Edirne’nin Cadde ve Sokaklarında “Gaste, Gastee” Sesleri…
4 Ocak 1961 tarihinde kabul edilen ve basın çalışanlarına yasal halklar sağlayan 212 sayılı Fikir İşçileri Kanunu’nun yürürlüğe girdiği 10 Ocak 1961 günü yürürlüğe girmişti. Bu yasanın yürürlüğe girmesinden sonra 1962-1971 yılları arasında “Çalışan Gazeteciler Bayramı” adıyla kutlanmış, 1971 yılındaki askeri müdahaleden sonra ülkede gazetecilerin bazı haklarının geri alınması üzerine kutlama gününün adı “Çalışan Gazeteciler Günü” olarak değiştirilmiştir. Bu tarihten itibaren de her yıl 10 Ocak günü Türkiye’de “Çalışan Gazeteciler Günü” olarak kutlanmaktadır.
10 Ocak “Çalışan Gazeteciler Günü” vesilesiyle, kentimizin yerel belleği olan gazetelerinde çalışan ve bugün aramızda olmayan basın emekçileri ile değerli büyüğüm Tekin Sayınbaş’ı rahmet ve minnetle anarken; Bizlere siyasi, ekonomik, kültürel ve sosyal olayları doğru ve hızlı bir şekilde ulaştırabilmek, toplumun ortak gücü ve sesi olabilmek için emek harcayan “Çalışan Gazeteciler Günü”nü kutluyorum.
Rahmetli Sayın Tekin Sayınbaş, kaleme aldığı ve aşağıda yer alan “Ali Bey” başlıklı yazısında yağmur, çamur demeden Edirne’nin tarihi cadde ve sokaklarında “Gaste, Gastee” diye dolaşarak halkımıza günlük gazeteleri okuyucularına ulaştıran Hüsnü Fırıncılar’ı yad etmiş, eski yılların Edirne’si ile bizleri buluşturmuştur.
Peki, Tekin Sayınbaş neler yazmış?
“Kara trenin bitmeyen tıkırtılarına, duman kokusuna ve gürültüsüne alışmıştım. Doğu Ekspresinde iki gündür süren yolculuk birkaç saat sonra bitecekti. Zifiri karanlıkta, trenin her yavaşlayışında duyulan çocuk avazlarıyla uyandım: Gaste, gastee! Bunlar gazete satan değil, gazete isteyen çocukların sesleri idi. Yurdun her yöresinde, otobüs ve tren yolculuklarında, el işaretleri, çığlıklarla gazete ve sigara isteyen, yol kenarlarında kendini tehlikeye atan çocuklara hep rastlardık. Kuş uçmaz kervan geçmez, vasıtaların içinden transit geçtiği, kırsal yörelerde gazete bulunmaz, çocuklar toplayabildiklerini kahvelerde satarlarmış. Mesleğime ilk atıldığım yıllarda, Ankara ile Zonguldak arasında bir kasabada çalışmıştım. Oraya haftada iki defa gazete gelir, üç dört günlük yazı ve haberlerle hasret giderirdik. Gelişen iletişim teknolojisi karşısında bunlar insana masal gibi geliyor!…
İstanbul’a iki adımlık mesafede, Edirne’de bile sabah basılan gazeteler ancak akşam karanlığında okunurdu. Yassı tavanlı, uzun burunlu, her yanı titreyen, gürültülü, benzin kokulu, yazın tozlu, kışın soğuk “İKTİSAT OTOBOS”ları, şimdiki PTT Baş Müdürlüğü ile Butik Zafer’in bulunduğu noktadan hareket ederdi. Fedai Baba’nın işlettiği Ankara Oteli, han ile otel arası bir yerdi. Arkasında geniş bir bahçesi ve bu bahçeyi ana caddeye bağlayan, kemerli, geniş kapı ağzı “Otobos”ların ilk hareket ve son varış noktası olurdu. Yolcu giriş kapısı ve bagajların taşındığı güverteye tırmanan merdiven otobüsün arka cephesindeydi. Dar, virajlı, mevsimine göre çamurlu veya tozlu İstanbul yolunda yolculuk, şoförün, muavinin ve arabanın keyfine göre, sekiz-on saat sürerdi. Kemerli, dar köprülere gelince araçlar usulünce birbirlerine yol verirdi. İnsanlar daha sabırlı idiler anlaşılan! Gerçi bazen serzenişler de duyardık: “Ayol kardeşim, tevekkeli adama boşuna “Frensiz” dememişler, Tatar Memet efendi bizi, saat tutmaca yedi saatte Sirkeci’den Edirne’ye getirdi, tepe sersemi olduk vallahi! Bu kadar sür’ate ne lüzum var canım?’
Akşamüstü yolcu bekleyenler, Gazete müvezzileri (dağıtıcı), Esnaf kahvesinin iskemlelerine ilişirlerdi. Tozlanmış, ıslanmış gazeteleri önce alabilmek için, gazete satıcıları, Ali Bey, Nuri, Ahmet ve Sedat Efendiler sabırsızlanır, aralarında takışırlar, Bagajları indiren muavin “Ampur Şaban” kızar, Western filmlerindeki sürekli dayak yiyen ikinci sınıf kovboy edasıyla horozlanır, isyan ederdi: “NE BAĞRİSİNİZ BE, VERMİYM İŞTE GAZATALARI, N’APICANIZ!’ Sonra kuzu, kuzu gazete paketini aşağı sallardı. Telâşla gazeteleri tek sayarak paylaşan gazeteciler, avaz avaz bağrışarak, dört bir tarafa sokak aralarına, müşterilerine koşarlardı. Gazete müvezzileri mevkute (gazete)leri, “Son Posta-Cumhuriyet-Yeni Sabah-Vatan-Tan-Tasviri Efkâr” diye isimlerini haykırarak pazarlarlardı. Sonraları Hürriyet (Sedat Simavî) ve Milliyet (Ali Naci Karacan) gazetelerinin doğuşu kültür hayatımızda ayrı bir aşamadır. Köroğlu ve Karagöz benzeri halk gazetelerinin, Olay, Hadise ve Ayna örneği polisiye haberler ve ayrıca ağırlıklı politika ve propagandaya yönelik iktidar ve muhalefetin Ankara çıkışlı, Zafer ve Ulus gazetelerinin satıcıları başka olurdu.
Gazete isimlerinin yanı sıra, yazı başlıkları ve önemli haberleri de bir pazarlama inceliği olarak müvezziler seslendirirlerdi: “Haydi şekerin ucuzlayacağını yazıyor” -“Son havadisler. Hitler’in öldüğünü Yazıyor” -“Büyük soygunu Yazıyor”.,, falan, filân… Ahmet Emin Yalman, Hüseyin Cahit Yalçın, Falih Rıfkı, Yunus (ve Nadir) Nadi, Mümtaz Faik Fenik, Zekeriya Sertel, Selim Ragıp Emeç, Safa Kılıçlıoğlu, ne yazmış, Başbakan veya Muhalefet lideri ne söylemiş satıcıların sesinden öğrenebilirdiniz. Peyami Safa ve VÂ-NÛ’nun dedim-dedi tarzındaki kavgalarının, polemiklerinin meraklıları da çoktu. Pehlivan tefrikalarının sonu bir türlü gelmezdi. Sezai Solelli’nin Sinema, Eşref Şefik (Atabey)’in Güreş, Boks ve Balıkçılık, Mithat Sertoğlu’nun Tarih, Ömer Sami Coşar (Siyasi İcmal), Refi Cevad Ulunay, Burhan Felek, Ercüment Ekrem Talu, Cevat Fehmi Başkut’un, sanat, spor, kültür, edebiyat içerikli yazıları ilgi ile izlenirdi. Hikmet Feridun Es’in seyahat (özellikle Afrika) ağırlıklı yazılarının hastaları çoktu. Ama Müvezziler ön sahife haber ve yorumlarından dem vururlardı.
Sonraları zannederim, özel bir yasa veya bir genelge ile haber içeriğini bildirerek sesle gazete satmak yasaklanmıştı. Önce İstanbul’da başlayıp sonraları bütün Türkiye’ye yayılan, sabit bayii ve Kiosk (Kulübe-Büfe-Baraka) larda gazete satış geleneği, gezici gazete satıcılığının sonunu getirdi.
Şunu kabul etmek gerekir ki, ekmek parası uğruna koşuşan Gazete Müvezzileri (Satıcı-Dağıtıcıları) aslında Kültür-Eğitim kuryeleri, elçileri idiler. Koşmakla yürümek arası tek düze bir tempo ile sürekli hareket eden, bağrışan bu çocukların sattıkları şey, haber ve bilgi idi. Çelimsiz vücudu, paytak bacakları, kısa boyu-uzun ceketi, esmer teni, alacalı çatlak sesi ile “Ali Bey” müvezzilerin en ünlüsü idi. Hasta Fenerbahçeliydi, Maçlardan sonra gazete satışlarını rölantiye alır, “Hişşt, hişşt naptı, naptı Fenerbahçe ama” diye ahkâm keserdi. Küçücük yaşta gazetelerle koşmaya başlamış, 1946 ‘da, Mebus Ekrem Demiray’ın delâletiyle Edirne’de yapılan “İnönü Kır Koşusunda” Türkiye otuz yedincisi ve Edirne birincisi olmuştu. “Zamanın as sporcularından, Eşref Aydın’ın peşine takılmış, birinciliğe koşuyordum, dev gibi uzun boylu biriydi. Saraçhane köprüsünde, bırak peşimi be velet diye bana bir tekme yapıştırdı, kendimi Tunca’da buldum, ben toparlanıncaya kadar atı alan Üsküdarı geçmişti” gibilerden dertlenirdi. Şimdi bir mezartaşı var mıydı acaba? Yoksa ismi gibi yeri de kaybolmuş muydu. Gerçi sağlığında da ismini pek anan olmamıştı, çünkü “Âli Bey” onun gerçek adı değildi, kart ve çatlak sesine kinaye muzip bir müşterisinin çocukluğunda taktığı lâkaptı. Gazetecilerin, yüzleri de sesleri de yok artık. Karlı soğuk gecelerde ıssız sokaklarda attıkları naralar, çığlıklar acaba bir saçağın altına gizlenmiş, kalmış olamaz mı ? “Baki kalan bu kubbede hoş bir seda imiş”,belki, belki…
“Hafıza-i beşer, nisyan ile malûldur” (İnsan belleği unutma hastalığı ile dertlidir) ne demekse öyle işte…Geçmişteki isimsiz kültür elçilerini, iyi duygularım ve rahmetle anıyorum…”
Tekin Sayınbaş
(Not: Ali Bey’in gerçek ismi Hüsnü Fırıncılar’dır.)
Kaynak:
Sayınbaş, Tekin (2006) Ali Bey.- (Ender Bilar) Edirne’nin Basın-Yayın Tarihi 1361-2006 cilt:1, kitabı içinde (ss.; 330-331).-İstanbul: Edirne Valiliği Yayınları No:28.
Bir yanıt yazın